Çakıt'ta yılların rüyası...

Dışarıda her yerin karla kaplı olduğu ve hala durmaksızın karın yağdığı, denizin bile buz tuttuğu, dünyanın kuzey ucundaki bir kara parçasından, sıcak ülkeme dönmek için tek başıma yaptığım uzun bir tren yolculuğunda kaleme döktüğüm bu hikâye beni bambaşka boyutlara taşıdı… Yazı umarım sizleri de başka boyutlara taşımaya yardımcı olur…

 

Issız adam… 4 Ocak 2012…

Çakıt’ta tarihin kaydedildiği bir gün…

Yeni yıla tırmanarak girmek en büyük geleneğimiz ama bu yıl, Çakıt’ta vadinin sağ duvarında, yıllardır baktığımız ve bir gün üzerinde bir tırmanış olur mu diye hayal ettiğimiz uzun masif blokta çılgınca bir şeyler yapma kararı alarak başladık. Atak!

Yeni yıl hediyesi olarak kendime yepyeni bir matkap aldım. 1000 küsur lira… Yıllarca beklediğim an… Defalarca matkabın satıldığı dükkâna gidip, kedinin ciğere baktığı gibi baktım. O kadar miyavladım ki sonunda kasap bana bir parça ciğer attı… Şimdi al sonra ödersin… Ama ne zaman ya? Ne zaman istersen, ben yazdım hesaba… Yaz kasap amca öderiz ya… Yeni yaptığım ev yüzünden o kadar borçlandım ki, artık bazı para birimleri gözüme çok küçük görünmeye başladı… Kırkın yanında, birin çok bir önemi kalmamıştı ve bir hayal, başka bir hayali gerçekleştirmek için tamamlanmıştı… Matkap benimdi ve mermileri boşaltmak için artık tek iş şarjörü doldurmaktı…

Kendimi ve malzemeleri evde büyük bir özenle hazırladım. Artık yola çıkma vakti… 04 Ocak 2012 günü yeni yol arkadaşı Atakan (Enç) Abi ile arabayı Çakıt’a doğru sürdük. Atakan Abi aramıza yeni katıldığından bizim oraya ne için gittiğimiz hakkında pek bir fikri yoktu. Hatta iniş yapmayı bile bilmiyor. O yüzden durumu izah ederken şöyle bir açıklamada bulundum;

Eğer ben uzun bir çığlık atarsam, bil ki aşağıya doğru son gaz uçuşa geçtim ve senin yapabileceğin tek şey önce oturup bir sigara içmek, hiç acele etmeden aşağıya köye doğru inmek ve imamı getirmek. Yukarıdan meteor gibi düşeceğim için büyük bir çukur açmış olacağım. Oracıkta beni olduğum yere gömersiniz… Tek yapmanız gereken üzerimi toprakla örtmek… Ha bide unutmadan matkabı yeni aldım benle birlikte göm olur mu?

Atakan;

Sana bir şey olmaz ya… Hadi akşama görüşürüz… Sessizlik…

İçimdeki sessizlikle birlikte, Atakan Abi’nin güven veren bu cevabından sonra işe koyulduk. Arabayla vadinin sağ tarafından yukarıya doğru yükselip son noktaya kadar geldik. Çantaları sırtlanıp yükselmeye başladık. Eski komando Atakan Abi çantanın altında ezilirken, ben de benim çantamla zaten kambur olan sırtımı iyice kamburlaştırdım. Her şeyi en az miktarda almaya çalıştığım halde çantanın içinde sanki deve varmış kadar ağırdı…

Dünyanın üzerine çıkarken ki gibi yavaş adımlarla yükselmeye çalışırken çantadaki deve huysuzluk çıkartıyordu tabi ki, ittir kaktır derken bir saat sonra deveyi dize getirip yamacın en tepesine ulaşmayı başardık. Hemen ağaçtan bir miktar iniş yapıp aşağıya doğru biraz büyükçe bir kuleyi düşürdüm ve saniyeleri saymaya başladım. 1-2-3-4-5 saniye sonrası BOOOMMM !!! Taş bloğu yere çarptığı anda ki gürültüsü vadiyi inletti…  Beni ise tir tir titretti... Annecim çok korktum ya… Elim ayağım titreyerek ve bembeyaz bir suratla yukarı geri çıkınca Atakan Abi;

Hayırdır Mümin kurudun kaldın ya…

Ben,

Abi bir kahve var mı kahve?

Bilemezsin ki belki de son kahve... Kalbini kırdığım insanları arayıp özür dilemek istedim ama liste o kadar uzun ki… Ne telefonun şarjı yeter ne de benim ömrüm…

Biraz toparlanıp ağaçtan 1,5 metre kadar iniş yaparak istasyonu, yani son ip boyunun boltlarını çaktım. Aşağıdan yukarıya doğru gelmeye alışkın olduğumdan, yukardan başlamak biraz kafamı karıştırdı tabi… Çin’de aşağıdan yukarıya, sıkıştıkça bolt çakarak açılan uzun duvar rotalarını görmek beni baya üzmüştü. Avrupa standardı… Tabi ki eleştirmek çok aptalca nede olsa çok zor iş… Belki kapasite, belki ortam öyle olmasını gerektirdi. Eleştirmeden önce öğrenmek gerek… Hayatım boyunca ne yapmaya çalıştıysam doğru düzgün yapmak istedim… Böyle rota açmaktansa yukardan inmeyi tercih ederim. Ve tabi ki birde emniyetçi sıkıntısı olunca… Bir daha ki sefere emniyet alırsan belki aşağıdan gideriz. Ne dersin? Gelir misin? Sen varsan ben de varım, sıkı al…

Bu konuya nerden geldik ya? Dur, ben duvardan aşağıya iniyordum…

Atakan Abi Fatiha nasıl okunuyordu ya?

Atakan Abi,

Hacım adı Mümin olan sen değil misin? Ben ne bilim ya…

Besmeleyi çekip, bir kilometreden daha uzun bir ipi aşağıya doğru atarak ilk atağı yaptım. Ölü bir fil yavrusu ağırlığında, içinde cehennemin dibine kadar yetecek statik ip, boltlama ve tırmanış malzemeleriyle dolu bir çantayla aşağıya doğru inerken rotayı boltlamaya başladım. Rotanın başında ama yolun sonundayım… İlk istasyona gelene kadar ( yaklaşık 70 metre kadar ) baya korktum ve bildiğim bütün duaları okudum... Yanımda sadece Yusuf değil bütün sülalesi vardı… 400 metreye yakın uzunluktaki bir duvardan tek başına aşağıya inerken insanın aklına şu sorular geliyor;

Acaba bu ip kopar mı? Gri gri bu kadar ağırlık yüzünden kırılır mı? İp şurada kayaya çok sürtünüyor, kesilir mi acaba? Ya kafama taş düşse, burada bayılsam ne olacak bana, annecim yukarı çıkmak istiyorum, çok korktum ya… Ya Yusuf bir git ya… Huzur versene ya… Bunlar gibi daha bir sürü soru ve düşünce kafamın içinde, havada ipin ucuna bağlı olup hayatı sorgulayarak indim, durdum…

Hayat bir ipin ucuna bağlanmak ve tırmanmak… Son 12 yıllık tırmanış hayatımın nerdeyse her gününü sorguladım… Tüm dikkatimi yaptığım işe odaklayarak ve duygu yoğunluğu ile negatif duvarla birlikte yavaş yavaş aşağıya doğru yol aldım…

Bütün bu düşünceler 70 metre sonra küçük bir sete ulaşıp, hayatın ve küçük bir kaya bloğunun ucunda durarak çaktığım istasyona gelinceye kadar aklımdaydı. Düşünmeye farklı bir boyut kazandırıp durduğum yerin neresi olduğunu algılayabildim ve Sülo’yu ( Süleyman Vardal ) telefonla ortama bağladım. Hoca burası nasıl bir yer inanamazsın. Şu anda seni hayatın ucundan, yerden yaklaşık 300 metre yukarısından, bir kaya bloğunun üzerinden arıyorum.

Merak etme emniyetteyim.

Evet, hocam istasyonlar iki boltlu.

Bende istasyonda 3 noktadan emniyetteyim.

Ya bırak kontrolü, dinle nasıl güzel buralar…

Şuan da yıllardır yerden baktığımız tavanla nerdeyse aynı hizadayım. İnanılmaz… Her yer masif duvar ve muhteşem rota hatları var. Kayaların rengi ve kalitesi, vadinin görüntüsü ve manzara burada harika, anlatacak kelime bulamıyorum. Ah hocam keşke burada olabilseydin de buradan hayatın ne kadar yavaş ve yoğun olduğunu sende görebilseydin… Her yer o kadar vahşi ki, hiç el değmemiş doğanın bir parçası üzerindeyim. Doğayla bütünleşmiş gibi hissediyorum… Evet, çok duygusallaştım, yüksekten sanırım.

Tamam, ben seni yere inince ararım.

Duygusallığı bir kenara bırakıp yükseğe alışıp, boltlamaya odaklanmış bir şekilde mermileri tek tek harcamaya devam ettim. Başımı bir türlü yanımdaki masif duvardan çeviremediğim bir anda çekiçle vedalaştım… Çekici elimden bıraktığımda ipin koptuğunu fark ettim ama çok geçti… Napalım haydan gelen huya gider derler. Çekiçsiz bolt nasıl çakabilirim acaba? Gri gri ile yarıya kadar, geri kalan yarıyı ise 18/19 anahtarla yaptım. Artık kafamı kullanma vakti gelmişti… Yükseklikten beynimde oksijen az, gri gri kırılırsa iniş yapılacak 300 metreden fazla mesafe aniden aklıma dank etti… İlk insandan mağara adamı zekâsına terfi ederek araştırma ve geliştirmeye başladım. Bana yeni bir çekiç gerekli… Biraz aşağıda bir parça taş var. Evet, aradığım nesne… Kaya, taş devri, mağara adamı, barbar… İşte ben… Taşı çekiç gibi kullanarak geri kalan 40 taneye yakın boltu bu şekilde çaktım. ( Taşı yanlışlıkla eve kadar getirmişim. ) Rotanın geri kalan kısmı üste göre nispeten daha rahat olduğundan boltlama daha kolaydı.  Metrelerce makine gibi süper odaklanmış bir şekilde deldim, çaktım, sıktım, indim, indim ve indim…

Akşama doğru o efsanevi ses kulağıma fısıldadığı bip uyarısı ile anladım ki; bataryaların sonuncusuna ve son ipin bitimine gelmiştim… Ama hala yerden 100 metre yukardaydım. Şimdilik boltlamaya ara verip, iniş için hazırlandım. 35 metrelik ip inişleri yaparak yere doğru inişe başladım. Çanta, sabit olarak bıraktığım ipler yüzünde biraz hafiflemişti ama bu duvar aşağıya nereye iniyordu? Soru işaretleri ile birlikte inişe devam ettim. Ya Yusuf bırak artık peşimi… Zaten bütün duvar yanımdaydın, bari şimdi bir huzur ver ya… Duvarda bir parıltı vardı ama kararan havayla birlikte bunun ne olduğunu kestirmek çok zor… Aniden gözlerim ışıl ışıl parlamaya başladı… Oda neydi öyle… Sonunda duvar üzerindeki defineyi bulmuştum… Yıllar önce vadinin içerisinde Sülo ile aşağıdan yukarıya doğru açtığım American Life adlı rotanın üst kısımlarındaydım. Tamda olmak istediğim yerde. Her zamanki gibi şans benimle birlikteydi. Yıllar önce açtığımız rotanın son boltunu bulmuştum. Toplamda 4 defa daha indikten sonra artık ayaklarım yere basıyordu…

ALLLAAAHHH !!!

4 saatten fazla süren kocaman bir maceradan sonra, sonunda tekrar hayata dönmek ve yerde olmak başka bir duyguydu. Artık her şey daha farklıydı… Arabaya ulaşır ulaşmaz, hayatım boyunca tadını çok zor unutabileceğim biranın keyfini çıkararak arabayı kebap dünyasına doğru sürdük. Dönüş yolculuğunun tadı bambaşka ve çok eşsizdi… Akşam, üstümden kamyon geçmiş gibi yorgun olarak yatağa uzanırken hissettiğim ise; yılların rüyası gerçek oldu ve hala hayattayım duygusu aslında bir son değil, Çakıt için yepyeni bir başlangıç olduğuydu…

 

ISSIZ ADAM’DA İKİNCİ RAUND;

Geyikbayırın’daki büyük projemi de bitirmiştim, hala neyi bekliyordum? Üç hafta Geyikbayırı’nda yaptığım tatil gibi gelen tırmanıştan sonra vücudum Çakıt’ın uzun duvarından aldığım zehir yüzünden yerinde duramıyordu. Duvar beni çağırıyordu…  Gel Mümin gel... Sonunda yeniden yüksek rüzgârlarla buluşma vakti gelmişti. Adana Team ile Geyikbayırı’ndan Adana’ya dönüp ağır yağmurlu günleri geride bırakıp yeniden Çakıt’a doğru yol almaya başladık. Sabırsızlanıyordum… Issız Adam’da ikinci raunt için bu kez ekibe Peyami Abi de dâhil olmuştu. Hedefimiz rotanın ilk ip boyu olan American Life kısmını tırmanıp, aşağıdan yukarıya doğru son üç boltu çakıp, bu ip boyunu tamamlamak! Benim için yapması ve söylemesi kolay olan bu şey Çakıt’ta ilk kez gördüğümüz buz şelaleleri yüzünden baya imkânsız hale gelmişti… Abi şu buz sarkıtlarına bak, oha bu ne ya diyerek giderek rotaya doğru yaklaşıyorduk. İşte karşınızda; Issız Adam… Donmuş şelale…

Atakan Abi,

Mümin eve mi dönsek?

Ben,

Peyami Abi bir emniyet alır mısın? Ben Atakan Abi’ye nasıl buz şelalesi tırmanışı yapılır onu göstereceğim.

Kendi tırmanışıma olan güvenim şelalenin yarısında şu konuşmalarla dağıldı.

Atakan,

Abi bu buz tırmanışında kazma ve krampon kullanmak gerekmez mi ya?

Peyami Abi,

Normalde evet ama bu Mümin her türlü tırmanır…

Ben,

Alllaaahhh… ( Bunun anlamı uzun bir düşüş… )

Uzun düşüşün ardından, sabah rotaya girmeden önce hazırlanırken içtiğimiz kahvenin içimde patlamasıyla kendime geldim. Sanırım ısındım… Daha açılmış bir vücutla bütün şelaleyi tırmanmış olarak kayanın kuru kısmına tamamen sırılsıklam ( tırmanış ayakkabılarım da dâhil olarak ), donmuş parmaklarla ve düşüş yüzünden patlamış bir iple ( Bunu Peyami Abi istasyona ulaşınca fark ediyor.) ve de biraz dağılmış olarak ulaştım. Biraz dinlenip Allah ne verdiyse tırmanışa devam ettim. İlk ip boyunun istasyonuna ulaşıp hazırlıkları tamamlayarak içi malzemeyle dolu ağır bir çantayı yukarıya doğru çekerken; aklımda şu soru vardı… Neden üstten inmedik? Neyse artık yoldayız, geçmiş uzaktaydı, sorgulamanın bir anlamı yoktu… Malzemelerle birlikte ikinci ip boyunu tırmanıp, istasyonda hazırlık yapmaya başladım. Peyami Abi ise ilk istasyona ulaşmak için 70 metrelik yolu jumarlamaya başlamıştı. Ben üçüncü ip boyunu boltlamaya başladım ve yavaş yavaş yukarıya doğru mermileri saydırdım. Üçüncü ip boyunun son kısımlarında Peyami Abi ilk ip boyunun istasyonu gelmişti ama jumar Adana Team’in alışkın olmadığı bir tırmanış biçimi olduğundan Peyami Abi’yi baya yormuştu. Bizler serbest tırmanışla büyümüş çocuklardık… Jumar, gri gri, asıl, çek bu ne ya… Peyami Abi aşağıya inme kararı alınca ben yine yalnız başıma yola devam edip üçüncü ip boyunun boltlamasını tamamladım. Artık rota 7 ip boyu, 350 metre olarak boltlanmıştı ama hala hazır değildi. Temizlik yapmak yerine kendimi keşfe doğru yeni adımlar atmaya yolladım. Öncelikle setten sağa doğru geçip, setin bittiği yerden Zeytinlik Sektör’e doğru bir geçiş olup olmadığına baktım. Setin üzerinde yerden yaklaşık 200 metre kadar yukarıda ipsiz ve tamamen emniyetsiz özgür ama uçmayı yeni öğrenmiş bir kuş gibi hissederek, az da olsa tedirgin olarak yükseldim. Neyse ki Yusuf çağrımı duydu ve beni yalnız bırakmadı… Setin son kısmından gördüğüm kadarıyla Zeytinlik Sektör’den rahatlıkla arkaya doğru geçiş yapıp devasa görünen bu alt sete gelinebilir ve buradan 60 metre tırmanış, jumar, via ferrata ( artık nasıl olur bilemiyorum ) sonrası üzerinde bulunduğum sete ulaşıp buradan efsanevi tavan altına doğru yürünebilirdi. Yerden 200 metre yukarıda olan inanılmaz bir çekiciliğe sahip bu mağaramsı yapı için ulaşım neredeyse imkânsızdı ama acaba bir yol bulabilmiş miydim? Sen ne dersin Yusuf, olur mu acaba? Dönüp yolun geri kalanına bakalım… Daha önce hiç kimsenin ayak basmadığı bu topraklarda yüksek tapınağa doğru yol alırken belki de ileride Tapınak Sektör olacak bu yolun ilk yolcusuydum. Adımlarım bu kez korkakça ve yavaştı. Korku, macera, keşif, merak ve daha birçok duygu yoğunluğu ile yürüyordum. Tapınakta inanılmaz bir büyü, beni çok etkiledi. Şimdiye kadar insanoğlunun adım atmadığı doğanın süper vahşi kalabilmiş parçası içinde inanılmaz güzellikte ve kalitede, daha önce hiç görmediğim tarzda süper rota hatları… Sonunda rüyalarımda hep gördüğüm, aradığım hazineye kavuşmuştum. Daha bir gün önce para için mafyanın elinde mahsur kalmış, evin borcu, motor, hayat hakkında düşünürken… Hepsi uçup gitmişti… Tekdüze hayatın hiçbir anlamı kalmayıp farklı bir boyuta geçiş yaptım. Her şey bir anda bambaşka boyut kazandı… Şu an için tek istediğim hayatımın birkaç gününü burada geçirebilmekti… Vahşi yaşam beni aniden içine çekmişti, artık bütünleşmiştik… Burası insanın içindeki bir türlü bastıramadığı tarifi olmayan duyguyu birden bire dinginleştiriyordu… Yıllardır baktığım, aradığım ve olmak istediğim yerdeydim…  Artık adım atamıyor ve yürüyemiyordum. Dünyanın üstüne yürümek çok zormuş, anlayabiliyordum. On iki yıl önce hayatımda yeni bir adım ile tırmanışı tanıdım, öğrendim ve tırmanmaya başladım. İkinci adımda, kendime ait bir yol çizip bu yolda ilerlemeye başladım. Üçüncü adımda ise; şu an anladım ki hakikat bambaşka bir şey… Önümde çok uzun bir yol vardı ve çok çalışmam gerekliydi. Hakikat yolunun başındaydım, tapınağa gelip af dileyerek, dua etmek gerekti. Bedenim ve ruhum doğanın terbiyesinden çok yorgun düşmüştü, artık yerde uzanmış tavanın üzerime yıkılışını izliyordum, ölüyordum… Korkmuyordum çünkü yeni bir ben yaratılıyordu… Uyandığımda artık beni baştan yaratmışlardı ve şimdilik gitmek için hazırdım, rutin hayata doğru olan yolum uzundu. 

02 Şubat 2012. Hayat için önemli bir gün…

 

 

 ISSIZ ADAM’DAÜÇÜNCÜ RAUND;

04 Şubat 2012, tam bir ay sonra…

Issız Adam’da üçüncü raunt için bu kez Sülo, Peyami Abi ve ben yola çıkıyoruz. Atakan Abi ringe çıkmak için yorgun ve gelemiyor. Vadi içinde bu kez buz sarkıtları yok ve rota sadece sırılsıklam… Peyami Abi iki gün önce aldığı yumruklar yüzünden yorgun, dövüşmek yerine seyirci olmaya karar veriyor. Bizi izlemek ve manzaranın tadını çıkarmak için seyirin güzel ve havadar olduğu yere duvarın karşısına, vadinin sol yamacına doğru yükseliyor. Biz Sülo ile ilk ip boyunu bu kez jumarlayarak çok vakit kaybetmeden istasyona varıyoruz. Hızlıca ikinci ve üçüncü ip boylarını tırmanıp sete ulaşıyoruz. Hedefimiz ben rotayı deneyerek hattı tanımak, Sülo ise üsten emniyetli tırmanırken ipe taş düşürme riski olmadığından temizlik yapmak. Bu şekilde yaptığımız tırmanış planına ben sadık kalıyorum ama ya Sülo? Ne sıkı al sesi geliyor, nede taş sesi… Uzun sessizlik sonrası Sülo ile buluşuyoruz.

Ben,

Ne oldu? Hiç ses çıkmadı? Çürük blokları ve taşları düşürüyorsun değil mi?

Sülo,

Ya moruk paralize oldum ben…

Ben,

Taşlar?

Sülo,

İnsanlar vadi içinde aileleriyle yürüyor olabilir, ben taş düşürürsem, birileri ölebilir…

Ben;

Hoca başladın yine kötü teorilere…

Anladım ki Sülo yükseklik, bulunduğumuz ortam, uzun ip boylu tırmanış, yerden yüksekte olmak, ona göre süper uç bir tırmanış yapmak ve zihninde kurduğu daha birçok teori yüzünden paralize olmuştu. Yapabilecek hiçbir şey yoktu. Temizlik işi yalan olmuştu… Sülo’ya göre bana yeni bir tırmanış partneri, bana göre ise bize yeni bir tırmanış planı gerekliydi… Yazı tura atarak yeni bir anlaşma yaptık…

Bir sonraki sete kadar çıkıp ben temizlik yaparak aşağıya doğru iniş yapayım, sende sette otur kahve iç, vadi içinde yürüyen var mı bakarsın…  Atış serbest olunca bana haber ver, bende havan toplarıyla ortalığı bombardıman edim. Cevap açık ve netti… Atış serbest… Yeni anlaşma sonrası beşinci ip boyuna kadar tırmanıp, üst sete kadar ulaştık. Bu kez anlaşmaya sadık kalan Sülo vadi içinde atış serbest anonsu verince bende füzeleri aşağıya yolluyordum. İpi çekmiş olmama rağmen ilk gönderdiğim kaya bloğu fazlasıyla ivmelendi ve havada iple çarpışarak ipi kötü bir şekilde zedeledi. Yapacak bir şey yok… Diğer bombalar geliyor… Masadan daha büyük blokları aşağıya doğru yollarken çıkardıkları ses dinlemek ve görüntüyü izlemek inanılmaz bir deneyim. Özellikle Sülo ve Peyami Abi için bu daha farklı bir tecrübe oldu… Bense bu barbarca işi oldum olası çok sevmiştim. Bloğun düşerken rüzgârla birlikte çıkardığı ses, yere çarpış anındaki dağılarak parçaların etrafa uçuşması ve o eşsiz yanık kireçtaşı kokusu… Hastasıyım… Ne kadar ürkütücü görünüp ve korkunç bir ses olsa da bu olayı yukardan izlemek ilginç bir deneyim… Dik duvardan hiçbir yere çarpmadan yüzlerce metre yukardan, direk olarak yere düşen taşlar düşer, düşer ve düşer… Yere çarptığı an ilizyondan uyanıp, beyinde patlayan sesle içiniz titrer durur… Hayatın akışını görür ve vaktin aslında ne kadar hızlı geçtiğini anlatır…

Bu kadar taşı yuvarladıktan sonra sete yeniden ulaşıp, sağ tarafa statik ip bırakmak için yola koyulduk. 60 metrelik bir ipi aşağıya attım ama bakalım doğru yer mi?

Ertesi gün Zeytinlik Sektör’e gittiğimizde, tırmanışa ara verdiğimiz bir anda kaya bloğunun aşağısına ve soluna doğru koşarcasına gittik. Sülo, Çağlar Çaylı ve ben gözlerimize inanamadık. İp görünüyor ve altına sadece çok kısa bir yürüyüşle gelebildik! Yıllardır bir adım ötemizde olan duvarın arkasında inanılmaz bir sektör ve Tapınak Sektör’e gitmek için süper kısa bir yol varmış… Aslında çok yakınımızda olan bu kaya bloğu sadece birkaç dakikalık yürüyüş mesafesindeymiş. Sadece köşeyi dönecek cesarette olmak gerekliymiş… Ama bazen bu yıllar sürebiliyor…

Çakıt’ta keşifler hala devam ediyor. Hayatım yeni bir boyut kazandıktan sonra içimde durdurulamayan bu duygu bakalım beni ve sizleri daha nerelere taşıyacak?

Hayallerimi gerçekleştirmemde bana büyük destekte bulunan ve her zaman benimle birlikte olan AdanaTeam’e, bu rotayı açabilmek için malzeme desteğinde bulunan Petzl ve Toros firmasına içtenlikle minnettarım.

ISSIZ ADAM’DA DÖRDÜNCÜ RAUND;

 

Aldığım yaraların izleri hala geçmiş değil… Çok kötü dayak yemiş ve her yeri yara bere olmuş boksör gibiyim… Dövüşün ağırlığını hale üzerimde taşıdığım, Issız Adam’daki dördüncü raunt benim için baya zorlu geçti. Silkelenip kendime gelmem günler sürdü ama ringde aldığım yaralar hala iyileşmedi…

3 Mart 2012 günü Adana Team Zeytinlik sektöre giderken ben Sülo’nun bütün kötü teorilerine rağmen daha fazla yerimde duramayıp çok kararlı bir şekilde yukarıya doğru yol aldım. Günlerdir dinlenmekten sıkılan ruhum ve bedenim ağır olan çantama rağmen, beni çok kısa bir zamanda zirveye ulaştırırken, Sülo’nun Adana – Çakıt yolu boyunca anlattığı hikâye hafızamda baya derin izler açtı…

Özetlersem; aşağıya düşürdüğüm taşlar birilerini öldürecek ve ben ömrümün geri kalanını hapiste barfiks çekerek geçirmek zorunda kalacağım. Sülo bu teoriyi rüyasında bile görmüştü…

En son rüyanda gördüğün şey ne zaman gerçek oldu? Uyurken senin bir tarafın açıkta kalmış ya…

Cevabım açık ve netti; herkesin projesi var, benim de… Rota bugün temizlenecek…

Sülo’nun anlattığı tüm kötü teorileri unutmaya çalışıp, benim iyi niyetli dileklerime ve şansıma olan güvenimle birlikte işe koyuldum… Hazırlıklarımı yaparken zirve rüzgârlarıyla hasret giderip, dertleştim... Bu kez yalnızdım ve ilk turdaki gibi bilinmezlikler olmadığından, çok vakit kaybetmeden işe başladım. Hedefim rotadaki eksiklikleri gidermek, bol miktarda aşağıya çürük blokları düşürerek, rotadan tozu toprağı süpürmek…

Son ip boyu baya ıslak ve negatif olduğundan, sabit olarak bıraktığım ipin de yardımıyla hızlıca yol aldım. Bu kısım sebebini hala çözemediğim nedenlerden dolayı beni çok korkutuyor… Hızlıca aşağılara doğru inerken sevgili yol arkadaşım Yusuf beni sıcak bir ilgi ile karşıladı…

Yusuf;

Kanka ne haber ya, uzun zamandır yoksun, özledim seni…

Ben;

Yusuf dikkat et bu kez elimde levye var, rahat bırak beni yoksa kafanı kırarım…

Taş yağdırmak için yanımda getirdiğim levye ile Yusuf’u başımdan savma tehdidi öncelikle pek etkili olmadı ama düşürdüğüm kocaman bloklar vadiyi inletmeye başlayınca durum ciddiyet kazandı. Yusuf ne oldu ya, kurudun kaldın, yüzün gözün beyazlaştı…

Levye ile yaptığım taş bombardımanı bu kez seri ve güçlü atışlara sebep oluyordu. Bazı bloklardan gelen sesler ve koku, çekim gücü etkisiyle beni içine alıyor ve sadece vadiyi değil, bedenimi de titretiyordu. Allah’ım o ne kadar büyük bir bloktu… İki metre genişliğinde dört metre yüksekliğinde bir blok bu kadar kolay nasıl düşebilirdi? Hayatta her şeyin bir zayıf noktası vardı, önemli olan bulabilmek değil miydi? Acaba kendime ait zayıf noktaları bulabilmiş miydim? Yollarda geçen, hayatın arkasında kalan çizgilerdeki bu anlamlar ne zaman beni aşağıya düşürecekti… Bugün olmasın lütfen… Daha yapacak çok iş vardı… Bu blokla birlikte benden de bir şeyler kopmuştu… Levyenin avucumun içinde dönüp, büyük bir deri parçasını koparması beni silkeleyip kendime getirdi.

Eldiveni kullanmanın önemini daha iyi anlayarak hayata geri döndüm. Canım yanıyordu ama yerden bu kadar yukarıda yapacak bir şey yoktu… Füzeleri göndermek için düğmeye basmam gerekiyor… Saatlerce uçaksavar silahı kullanan bir Rus askeri gibi seri ritimde çalışarak fişekleri tek tek patlattım. Dikkat, geliyor, booommm… Güneşi aşağıya alırken önümde jumarlanacak bir yol ve Zeytinlik Sektör’e ulaşarak buluşmam gereken bir hayat vardı. Akşam olmak üzereyken, Sülo ile aynı anda yukarıya doğru yükselmeye başladık. Sülo zirveye doğru yürüyerek ulaşıp, benim rotanın son kısmında bıraktığım 100 metrelik statik ipi alırken bende daha fazla karanlığa kalmadan yola koyuldum…

Akşam eve geldiğimde üzerimden kamyon geçmiş olduğundan kendimi iyi hissederek derin ve huzurlu bir uykuya daldım. Rota artık tırmanış için hazırdı, peki ya ben? Rotanın kuruyup, tırmanılabilir şartlarda olmasını ve beşinci raunt için yeterli hale gelebilmeyi büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum. Bahara…

 

 

English version
Sponsorlar